31 May 2006

Kim Gitsin?

Arif Çevikel

10/05/2006

Demirel’in, tesettürüyle okumak isteyen dindar kızlarımıza Arabistan’ı adres göstermesi, tam da “dağdan gelip bağdakini kovmak” ile izah edilecek bir durum.

Önce ihtiyar siyasetçinin üslubunun, aşağılayıcı ve hakaretamiz olduğuna dikkat çekmek isterim. Bu normal bir “tesettür” karşıtlığı değil, onun da ötesinde bir “kin” ve “hınç” var üslupta. Sanki, alttan alta bir şeylerin acısını çıkarır gibi konuşuyor. Demirel’in içindeki, ağzından taşıyor. Ne demek “başı bağlı” veya “başı sarılı”? Bu ne çirkin, bu ne kaba bir üslup böyle? İhtiyar siyasetçi, tesettürlü Müslüman kızlara kendi uydurduğu bu çirkin jargon üzerinden hakaret ederek, ne elde etmek istiyor? Tutalım ki başörtüsü Müslüman hanımların başı yerine yeğen-kardeş soygununun üzerini örtseydi, Bay Demirel başörtüsüne ve başörtülülere yine böylesine hakaretler savurur muydu?

...

Başlıktaki soruyu tekrar soruyorum: Kim gitsin?

Müslümanlar, bu ülkenin 1000 yıllık gerçeğidir. Tesettür ise İslâm’ın bir emridir ve bu toprakların 1000 yılına damgasını vurmuştur.

Peki, açıklığın bu topraklardaki geçmişi nereye kadar gider? Ikınsanız da sıkınsanız da, taş çatlasa 70, bilemedin 80 yıllık. Tesettürün ömrü karşısında açık-çıplaklığın ömrünün esamisi bile okunmaz. Bırakın bu toprakları, tesettürün dinlerinde farz olmadığı Hıristiyan Avrupa’lıların hayatında bile açıklık-çıplaklık o kadar geriye gitmez.

Eğer bu topraklardan birileri gidecekse, bunlar niçin bin yıldır bu toprakların asli sahibi olan tesettürlüler olsun? İlle de gidecekse, geçmişi bir insan yaşına bile zor ulaşan laikçiler kendilerine yer aramalı.

Fransa’ya gidebilirler mesela. Çünkü bu ülkeye laiklik daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce Fransa’dan ithal edildi. Ama unutmasınlar, Fransa da dahil yer küre üzerinde başörtüsünün üniversitelerde yasak olduğu iki yer var: Hırsız, katil ve iffetsiz bir diktatörün yönettiği Tunus ve bir de Türkiye.

O halde Demirel’in özlemini çektiği ülke Tunus mu? Yani bizim Batıcılar, bizi “Batı, Batı” diye ters köşeye mi yatırdılar? Daha düne kadar Fransız sömürgesi altında inlemiş ve hâlâ sömürge mahsulü yöneticilerin elinde halkına oryantalist kesilen Zeynel Abidin b. Ali, bizim laikçilerin “modeli” mi olacaktı?

Bildiğim kadarıyla, Demirel göçmen bir ailenin çocuğu. Bir adam bu toprakların asli sahiplerine kendi haline bakmadan bir yerleri adres gösteriyorsa, o adamın bilinçaltını iyi okumak lazım. O bilinçaltında, kendini suçlu hissediyor demektir. Bu bir suçluluk psikolojisidir. Kendisini misafir eden ev sahibine kötülük etmiş gasıp psikolojisine benzer bir bilinçaltı bu. Aynı zamanda bunca yıla rağmen kendini bu topraklarla, bu toprakların değerleriyle kaynaştıramamış olmanın örtülü dışavurumu..

Korkmasın, bu millet vicdanlı ev sahibidir. Dağdan gelip bağdakini kovmaya, misafir geldiğini unutup ev sahibine kapıyı göstermeye çalışan Demirel gibilerini dahi kovmaz.

Kovmaz kovmasına da, onun mezar taşlarına da iyi şeyler yazmaz.

Müslümanlar bu toprakların en az bin yıllık, eğer Ebu Eyyub el-Ensari’den başlatırsak, 1400 yıllık gerçeğidir.

Bu toprakların 70 yıllık yalanı, 1000 yıllık gerçeğini kovamaz
.

MustafaIslamoglu.Com




tahin

Bir misyonerin günlüğü

8 Temmuz
İşte Türkiye'deyim; bölge sorumlusu Tommy arkadaşla havaalanından kalacağımız eve giderken hayli uyarıcı bilgiler aldım;

"Hemen başlama, biraz sağını solunu tanımalısın; Türkler acayip bir millettir" filan diye bir şeyler söyledi, ama aldırış etmedim. Bir dakika bile zayi edilmemeli; görev kutsal, görev ağır.

9 Temmuz
Tommy'nin yanıldığı açık; bugün ilk tebliğimi yaptım bile. Adam parkta öylece oturuyordu.
Söylediğim her şeyi gülümseyip başıyla tasdik ederek saatlerce dinlerken ruhumun göklere değdiğini hissetmiştim. Bizi seyreden simitçi, sonradan o adamın sağır olduğunu söyleyince biraz moralim bozuldu ama olur öyle şeyler.

11 Temmuz
Üçüncü gün; Tommy hâlâ "erken henüz" diye ısrar ediyor. Mânâsız bir ısrar bu; kurtulması gereken o kadar çok ruh var ki burada.

Çorap almaya inmiştim semt pazarına. Nasıl oldu anlamadım ama eve dönerken artık benim altılı çelik tencere takımım vardı. Önemli değil, tencere gerekli bir araç nasıl olsa.

Tencereci arkadaşa müjdeyi tebliğ ettim.
"Ayıpsın abi, Hazreti İsâ' ya can fedâ."
dedi, ben ağladım. Söz verdi, pazar toplantılarına gelecek; hatta bana bir adres bile verdi. O adrese gidersem bir sürü insanı misyona katabilirmişim.

21 Temmuz
Tommy hâlâ "gitme, bak karışmam" diyor; işte bu aşırı ihtiyatkârlık yüzünden buralarda İsa'nın mesajı yeterince bilinmiyor zaten.

Gittim; şehrin kenarında kalabalık bir mahallede bir apartmanın altıncı katına çıktım. İçeride bir hayli erkek vardı; beni içeri aldılar, mobilyasız bir salona geçtik. Çay getirdiler; hatır sordular.

Tam lâfa başlarken biri parmağıyla "sus" işareti yaptı. İçeriden yaşlıca bir adam çıkıp salona gelince herkes gibi ben de ayağa kalktım. Sonra adam konuşmaya, bir nevi vaaz vermeye başladı. Şöyle bir dinledim; eh fena şeyler değil. Toplantıdan sonra herkes birbirine sarıldı, yeniden çay ikram edildi.

Burayı sevdim, yarın da geleceğim.

2 Ağustos
Yine aynı şeyler oldu; bir ara fırsat bulup salondaki arkadaşları misyona kazandırayım dedim. Tam "İsa" demiştim ki, ihtiyar vaiz "İsa dedin de aklıma geldi." deyip çok tatlı bir bahis açtı.
Öyle güzel anlatıyor ki başladım ağlamaya. Zor teselli ettiler; sonra ortaya sofra geldi. Yemek yedik. Kuşbaşılı pilav nefisti; hele cacık!

12 Ağustos
Tommy beni tesbihle oynarken yakaladı. "Nereden buldun" diye sıkıştırıyor.

"Dükkanın birinden aldım." dedim. Tesbih bana iyi geliyor, meditasyon yerine geçiyor. Bir tane de Tommy'e mi alsam?

6 Eylül
Bugün hep birlikte camiye gittik. "Bakayım" dedim burada neler yapıyorlar, nasıl ibadet ediyorlar. Mecit diye bir temiz yüzlü arkadaşım var cemaatten.

Bana abdest almayı öğretti caminin avlusunda. Tuvaletleri pek temiz değil ama abdest çok güzel bir olay.

Fırsatını kolluyorum; bunların hepsini Protestan etmezsem bana da Mahmut demesinler!

16 Eylül
"Nereden çıktı bu Mahmut?!" diye çıldırdı Tommy.

"Kod adım."
dedim. Anlamadı. Anlamaz tabii.

Ben ne yaptığımı biliyorum. Şimdilik sesimi çıkarmıyor, toplantılara muntazaman devam ediyorum; ezan okununca "Hadi camiye gidelim Mahmut" diyorlar, gidiyorum.

"Neler okuyorsunuz fısır fısır?" diye sordum. Öğrettiler. Fatiha çok güzel bir sûre. Tommy'e de öğretmeliyim.

1 Ekim
Tommy beni evden atmaya kalkıştı dün. "Seni kandırıyorlar, Müslüman yapacaklar enayi." diye çıkıştı. İtiraz ettim, "Ben bunların içyüzünü öğrenmeye çalışıyorum Pastör Tommy." dedim.

"Sırlarını öğrendiğim an, bunları sürü halinde önüme katıp Sarayburnu' ndan denize sokup cümlesini birden çatır çatır vaftiz etmezsem bana da Mahmut demesinler." dedim.

"Çık dışarı aptal" diye kovdu beni. Misyondan gelen aylığımı da kesti. Vermezse vermesin, cemaatteki arkadaşlar aralarında para toplayıp verdiler. Geceyi ucuz bir otelde geçirdim. Bugün Mecit'in evine taşınıyorum.

Az kaldı az.. Dayan oğlum Mahmut!

6 Kasım
Mecit benim için istihareye yatmış; "Yeşil gördüm Mahmut." dedi, "Nurlar içindeydin, hidâyet nasip oldu sana ne mutlu." dedi. Tabii aldırış etmiyorum, fakat hoşuma gitmedi de değil.

9 Kasım
Bugünlerde cemaate İngilizce dersleri vermeye başladım; sabah namazını topluca edâ ettikten sonra kuşluk vaktine kadar ders veriyorum. Kuşlukla öğle arasında tefsir dersleri yapıyoruz.
Beni artık iyice kendilerinden zannediyorlar.

21 Kasım
Yeni damat olduğum için dört günden beri günlük yazamadım. Mecit'in teyzesinin kızı Sabiha ile nikahlandık dün. Nikâhımızı Saadettin Hoca kıydı sağ olsun.

Sünnet dediğin ise sinek ısırığı gibi bir şey zaten, çabucak geçti. Bu sabah yolda Tommy ile karşılaştık. "Kiliseye yazdım, seni defterden sildiler." dedi. Güldüm, hâlâ o bayatlamış misyoner kafası işte. Benim din değiştirdiğimi sanıyor gerzek.

Halbuki ben...

28 Kasım
Ne kadar üzgünüm. Mecit, "Nasip değilmiş, seneye gidersin" diyor. Hac kayıtları kapanmışmış. İstesem ecnebi pasaportumla Mısır üzerinden vize alır giderim, ama ben olayı içeriden, herkesle bütün mü'minlerle birlikte yaşamak istiyorum oysa ki.

19 Aralık
Sabiha ile teheccütten sonra Yaşar Hoca mevzusu geçti aramızda. Yav bu Yaşar Nuri Hoca iyi adam hoş adam fakat ne bileyim çok modern bir duruşu var gibi sanki..

Öğleden sonra yayıncımla sözlü anlaşma yaptık; ilk eserim iki ay sonra çıkıyor:
"İslâm'ın selefî boyutlarına dinamik bakışlar"

Yayıncım, "fiyatı iki lira yaparsak üç yüz bin satarız." diyor.

"HAMD OLSUN"

Kaynak

29 May 2006

Beldetün Tayyibetün!








“Konstantiniye elbet birgün fetholunacaktır; onu fetheden asker ne güzel askerdir ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.”
Hadis-i Şerif




tahin


27 May 2006

Türbanlılar gitsin, siz de gidin...

Ahmet Altan

Türbanlılar gitsin, siz de gidin...

Böyle değerli devlet adamlarını ancak şanlı Türk ulusu yetiştirebilir.

Derdini söylüyorsun:

- Efendim, bizim bir türban sorunumuz var.

Dermanını söylüyor:

- Arabistan’a gitsinler.

İşte bu kadar.

Sadece “türbanın” değil bütün sorunların çözümünü gösteriyor aslında bize.

Demokrasi isteyenler Avrupa’ya gitsinler.

Komünizm isteyenler Küba’ya gitsinler.

Kürtler Kuzey Irak’a gitsinler.

Gelişmiş bir sağlık sistemi isteyenler Amerika’ya.

Sağlam bir hukuk sistemi isteyenler İngiltere’ye.

Mango yiyenler Afrika’ya gitsinler.

Türkiye’de kim kalsın?

- 28 Şubat’ı sevenler de Türkiye’de kalsınlar.

Sorunlar çözüldü bitti işte.

Fakirleri kimse alamayacağı için onları da vururuz, böylece “fakirlik” sorunu da çözülür.

Sen sağ, ben selamet.

Süleyman Demirel gibi politikacıları, Şemdinli’de işin ucunun tepelere tırmandığını görünce dudakları uçuklayan siyasi iktidarları, bombacı astsubaylara “iyi çocuk” diyen generalleri, Şemdinli davasında avukatları tek tek ararken “istihbaratçıları” oradakileri korkutmak için sanık kapısından içeri alan yargı düzeni, iddianameyi sansürleyerek okuyan yargıçları, demokrasiden hoşlanmayan ana muhalefeti, devletin görevini “ordunun itibarını korumak” diye tarif ederek sivillerin itibarına boşveren cumhurbaşkanları olan bir ülkede sorunlar böyle halledilir.

Mustafa Kemal boşuna “biz, bize benzeriz” demedi.

Bu toplumun hiçbir şeye benzemediğini anlayınca, o da ne yapsın, “biz, bize benzeriz” deyip çıkmış işin içinden.

Biz bize benzediğimizden, başka bir şeye benzeriz diye de ödümüz kopuyor.

Ya Allah korusun “emperyalist” ülkelere benzersek ne olacak?

O zaman, askerler kendi ülkelerini özgürce bombalayamazlar.

Yargıçlar iddianameleri sansürleyemezler.

Eğer bunları yapmazsak emperyalist Avrupalıların isteklerine boyun eğmiş, “milli onurumuzu” kaybetmiş oluruz.

O zaman parçalanırız, bölünürüz, lime lime oluruz.

Gerçek hukukçularla, cesur politikacılarla, “adil bir adaletle” yürür mü bu sistem.

Yürümez.

Bu sistem yürümezse ne olur?

Süleyman Bey mizah folklorümüzün değerli bir parçası haline dönüşür, Tayyip Bey Kasımpaşa kahvelerinde tavla oynayıp kendisini yenenleri döver, Deniz Bey Antalya sahillerinde jogging yapar, bombacılarımız ciddi bir yargılamadan geçer, politikaya karışmak isteyen generallerimiz erken emekliliğin tadını çıkarır.

Peki o zaman ne olur?

İnsanlar özgür olur.

Hatta zengin bile olur.

İnsanlarımız özgür, mutlu ve zengin olursa ne olur?

Parçalanırız.

Bu toplumun huyu böyle, özgür ve zengin olunca bölünüyor.

Hele bir de “adalet” olursa paramparça oluyor.

Onun için en iyi çözüm Demirel’in önderliğinde “siyasi turizm.”

Türban giymek isteyenler Arabistan’a, Kürtler Kuzey Irak’a, demokratlar Avrupa’ya, sağlık sorunları olanlar Amerika’ya, komünistler Küba’ya...

Mango sevenler, siz de Afrika’ya.

Fakirleri de vururuz.

İşte sorunsuz Türkiye.

Sorunlarımızı biz böyle çözeriz.

Niye?

Çünkü efendim, biz bize benzeriz.


8 Mayıs 2006, Pazartesi

Gazetem.Net


tahin

26 May 2006

Gizli Bahçe

Gizli bir bahçe ve doyumsuz bir manzara keşfettim...
İbn Arabi Hazretleri ile yola koyulduk..
O önde ben arkada...
Adım adım gizli bahçeye doğru..
Bana Kaza ve Kader'i anlatıyor bugünlerde..
Ve şöyle diyor; "Olan, olmakta olan veya olacak olan ya da olmayacak şeylerin, O'nun dilemesiyle olacağını, dilemediği takdirde de olmayacağını"...

Fotoğraflarin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz. Hakkını teslim ettiğiniz müddetçe kullanabilirsiniz.

Rengarenk sokakları geçtikten sonra mezarlığa düşüyor yolum yine. Eninde sonunda hepimizin yolu oraya düşmeyecek mi zaten?

Lahitin arasından nasıl da fışkırmış bir avuç yeşillik...



Bir gün bizim de mezarımızı böyle börtü böcek&ot çiçek saracakken ve bundan kaçış olmadığını biliyorken nasıl hala gaflet, dalalet ve umursamazlık içerisinde olabiliyoruz?

Kim bilebilir O'ndan başka, kimi böyle bir yeşillik bekliyor o mezarın arkasında...

2. Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybedenler için yapılmış bir anıt. Gizli bahçenin girişinde..

İşte Gizli Bahçe ve doyumsuz manzara :)

Gizli Bahçenin küçük süprizi...

Doğu ile Batı'nın tam ortasında durdum dün:) Greenwich'ten geçen meridyen bizim kasabadan da geçiyormuş meğersem... Kuzeyi gösteren okun istikametinde Greenwich var.

Dünyayı tam ortadan ikiye bölen ünlü Greenwich meridyeninden batıya bakınca...

Ve doğuya dönünce...

Hem ürkek hem meraklı şirin kedi...

23 May 2006

Laikler Listesi

Türkiye'de laiklik konusunda kimsenin belirgin bir tanım yapamadığı kesin. Ancak birçokları bilerek, bilmeyerek kendini laik sanmaktadır. Dünya literatüründe laiklik diye bir doktrin yoktur. Zaten bir kimsenin kendi başına laik olması da mümkün değildir. Olsa olsa bir kimse, ben laiklikten yanayım diyebilir.

Laikliği savunanların düşünce ve amaç yapısı ise birbirinden farklı, hatta çoğu zaman birbirine ters birçok gruplardan oluşmaktadır. İşte laikler listesinin farklı sınıflarını bilmenin, tanımanın çok önemli yararı olacağı kanısındayım. 50 yıldır Türkiye politikasının ve sosyal çalkantılarının içinde yaşamış biri olarak laiklerin sınıflandırmasını şöyle yaptım:

A Sınıfı Laikler: Bunlar 19. yüzyılın ateist rüzgarı altında kalmış kesin inançsızlardır. Çünkü marksist düşüncenin en büyük amacı yeryüzünden bütün mânevî değerleri, elbette en başta dini silmek, yok etmektir.

Bu bakımdan A Sınıfı Laikler'in "Biz dine karşı değiliz!" demeleri mutlak bir aldatmacalıktır. Hemen hemen hepsi yeryüzünden ateizmin, evrimciliğin tamamen silindiğini bi­lememektedirler. Komünizmin yıkıldığına inanmakta, bir gün vahşi bir ihtilalle dirileceğini sanmaktadırlar. Bu uğurda Türkiye'yi parçalamaktan zerrece çekinmezler.

Bu sınıfta kayıtlı laikler toplum içinde en üst seviyede yaşayıp, fakiri kandırma peşindedirler. Her türlü aldatmacılığı, gayri meşrûluğu mubah sayarlar. Ölülerinin cenazesinde bi­le, camiden, namazdan nefret ederler. Mü'minlere her türlü iftirayı görev sayarlar. Kendilerinden olanların hırsızlığı, tahsilsizliği hiç önemli değildir. Sanat ve edebiyatta hiç nasipleri olmadıkları halde sahte şöhretler üreterek toplumu etkilemeye çalışırlar.

Bir başka sahtelikleri ise inanmadıkları, sevmedikleri fikirleri geçici olarak savunurlar. Batı'yı gerçekte hiç sevmedikleri halde, Batı yanlısı görünürler. Çünkü marksizmin dinden sonra en büyük düşmanı Amerika dolayısı ile Batı'dır. Atatürk'ü de hiç sevmezler çünkü Türkiye'de marksizmin kurulmasını Atatürk engelledi derler. Terörün ve anarşinin her türlüsüne hayrandırlar. Toplumu parçalamak için tüm ayırıcı cereyanları körüklerler. Aleviliğin "A" sını bilmedikleri halde onlardan yana gözükürler.


TAM ANLAMIYLA CEHÂLET...

A Sınıfı Laikler’in özelliklerinden biri insanı hiç sevmemeleridir. Çünkü onların nazarında insan, gelişmiş bir maymundur. Ateist ve marksist değilse, yaşama hakkı dahi yoktur. Barışı hiç sevmezler. Buna rağmen hep barıştan yana eylem yapar, çeşitli örgütlerle boy gösterirler. Bu sınıfın mensupları kişisel hayatlarında fevkalade korkaktır, fakat çeşitli örgütler içinde acımasız canavar kesilirler.

A Sınıfı Laikler’in en bariz yanları, olayları 180 derece çarpıtmalarıdır. Çernobil'de marksist zihniyetin acımasız ihmali yüzünden radyasyon faciası olmuş, marksistler dünyanın her yerinde Batı aleyhtarı yürüyüşler yapmışlardır. Böylece eski Sovyetlerdeki derme çatma santralleri dünya kamuoyundan kaçırmışlardır.

Bu sınıftakilerin en belirgin yanları, tam anlamı ile cahil oluşlarıdır. Tahsil görmüşleri bile edindiği bilgilerden, görgülerden birşey anlamamıştır.

LAİKLİĞİN HIZLI SAVUNUCULARI

B Sınıfı Laikler: Bunlar Allah'a kendi zanlarındaki çizgiler içinde inanırlar. Dinlere ise toptan karşıdırlar. Kendi cılız akıllarına öylesine hayrandırlar ki, kendi akılları ile Allah'ı tanıyabileceklerini savunurlar. Bunlara "Sıradan bir fizik olayının öğrenilebilmesi için bile kitaba ve öğretmene ihtiyaç varken nasıl olur da öğretmensiz, kitapsız (din) anlaşılabilir?" diye sorduğumuzda cüce akılları ile câhili oldukları dinleri eleştirmeye kalkarlar...

Bu grupta bulunanlar Batı hayranıdır. Onların bizzat kendilerinin beğenmeyip terkettikleri fikirlerini bile kutsal bir ilke gibi savunurlar.

Oldukça kalabalık olan B Sınıfı Laikler toplumundaki tüm köşe dönmecilerin mucididirler. Yüce kitabımızda zikredilen "fasık"ların büyük kısmı bunlardandır. Cemiyeti saptırmak için akıl almaz fikirler üretir. İnsanların zaaflarını kullanarak kendi yanlarına çekerler.

B Sınıfı Laikler'in en büyük özellikleri Batı yaşam biçimini ve ahlakını benimsemeleridir. Bu yüzden alkollü içkiler onların en büyük tutkularıdır. Seks özgürlüğü, kuşaklar arasında çatışma gibi toplumu perişan eden tüm pislikler onların sloganlarıdır.

Laikliğin en hızlı savunucuları bunlardır. Zaten laiklikten anladıkları da inanç ve fikir özgürlüğü değil, rezalet özgürlüğüdür.Dünyanın hiçbir yerinde rezalet, özgür değildir. En azından toplum ve aileler tarafından yargılanır. Fakat B Sınıfı Laikler'e göre rezaleti yargılamaya kimsenin hakkı yoktur. Bu yargı onlarca, özgürlüğe müdahaledir.

Toplum canlı dokuya benzer. Tüm canlı dokular, yanlışı hemen yargılar ve yok eder. Böyle olmasa tüm dokular kanser yığınından ibaret kalırdı.

Nitekim alkolün tüm toplumları ve uygarlığı tehdit eden en büyük tehlike olduğunu tüm Batı bilim adamları ilan ettiği halde bizim B Sınıfı Laikler, ilkokul çağındaki çocukları bile alkollü içkiye teşvik etmekten zevk alırlar. İçki içmeyen bağnaz diyecek kadar çılgındırlar. Ahlakı, aileyi korumak açısından bile savunmaya tahammül edemezler.

Bunların en ilginç yanları kendilerini samimi Atatürk hayranı ilan etmeleridir. Onlara göre Atatürk yalnız laiktir, başka görüşü, ilkesi yoktur. Hatta bu uğurda meşhur altıoku tama­men iptal etmişlerdir. Onların indinde Atatürkçülük yalnız laikliktir. Milliyetçilik de altıoktan biri olduğu, hatta "bozkurt" kavramını Atatürk getirdiği halde bu kavramlara düşmandırlar. Yine bunların "aydın" kavramı altında yatan unsur, halktan kopmak onu küçük görmektir. Böylece de yine altıokun bir başka unsuruna adeta savaş açmışlardır. Elbette inançsız olanın, ciddî bir dayanağı ve savunacak fikri olmaz. Basmakalıp ekonomi formülleri, umutsuz iyileştirme tavsiyeleri de buz üstünde yazı gibi erir gider.

C Sınıfı Laikler: Bu sınıfta bazen geleneksel, bazen de çevresindeki çaresizlikten korkarak dine sempati duyan laik­ler kayıtlıdır. Dine karşı değildirler, hatta dinden yanadırlar.

Ancak dinin yükümlülüklerinden kaçarlar. İnfaksız, namazsız bir İslâmiyet olsa onun mücahidi bile olmaya razıdırlar.

Bir tarz ibâdet yılgınlığı içindedirler. Bu sınıfta olanlara İslâmiyet gereği gibi tanıtılsa çoğu, İslâm çadırı altına toplanabilir. Zaten laiklerin en kalabalık olan bu grubu her gün biraz daha eriyip İslâm topluluğuna karışmaktadır. Kısa bir süre sonra C sınıfı Laikler tamamen eriyecek ve mevcut laiklerin sayısı yüzde ona düşecektir.

D Sınıfı Laikler: Bu sınıfta toplanan laikler de oldukça büyük bir yekün teşkil eder. İslâm'a inanmışlardır. Fakat nefislerinin hevay-ı hevesleri onların yaşamlarına hâkimdir. Dini konularda fetvayı kendilerinden alırlar. Haram konusunda hiçbir sakıncaları yoktur. Ramazan dışında ibâdeti de sevmezler. En önemlisi çevrelerine verdikleri anlamsız sükse hevesidir. Bu nedenle de çevrede yadırganmamak, güya beyefendi ya da hanımefendi imajını korumak için laiktirler.

Menfaatleri sarsılır diye görüntülerini hep çoğunluğun istediği biçime göre ayarlarlar. Elbette en önemlisi din konusundaki eksik bilgileridir.

Bilindiği gibi İslâm insanı iki ayrı noktada karakterize edilir: İman ve amel. (Yaşam biçimi) Eğer imanında az da olsa bir varlık gösteriyorsa insanın davranışları ile bunu teyit etmesi lazımdır. İslâmiyet'in tarihi boyunca bu iman ve amel tartışılmış durmuştur. Bir insanın Müslüman olması için iman, şart-ı evveldir. Ancak inandıktan sonra ömür boyu İslâm'ın emirlerini yerine getirmek de gereklidir.

Amelleri eksik diye insanları dinden çıkarmaya kimsenin yetkisi yoktur.

Çünkü amel, toplumca iyi bir eğitimle kazanılır. İslâm yazarlarının, eğitimcilerinin görevi budur. Hiç kimseyi incitmeden, yıldırmadan İslâm'a yakışan yaşam biçimine sevketmek İslâm âlimlerinin görevidir.

D Sınıfı Laikler grubunda toplanan insanların vebali, kendilerinden çok, çevrededir. Yine de hayırlı bir işaret her geçen gün, İslâm eğitiminin bu gruptan pek çok insanı kazanmaları gerçeğidir.

İnsanları yargılarken onların nasıl bir çevre baskısında, ne denli karmaşa bir sesli ve görüntülü yayın içinde kıvrandıklarını unutmamak gerekir.

Türk insanı fıtrattan (yaradılışından) İslâm motifi ile gelir. Sehası ile, cesareti ile, merhameti ile Allah'ın sevdiği bir karakter çizgisine yakın olarak yaratılır. Çevre ve menfaatler onu şaşırtıyorsa, ona ışık tutmak gerekir. Yoksa yüzme bilmeyen bir insanın denize düşmesi halinde ona "Ne yapalım deniz kenarında dolaşmasaydın" demek pek vahim bir insafsızlık olur.

Evet sevgili okuyucularım, görüyorsunuz laiklik diye birşey yok ortada. Var sanılan bazılarının, kendi taşından yonttuğu bir puttan ibarettir. İnananlar, elbirliği ile insanımızı "Sâmiri'nin buzağısı"na tapmaktan kurtaralım.

A Sınıfı, B Sınıfı laiklerle hesabımız kıyâmete kadar sürer. Her seferinde mutlaka Allah ve Resûlünden yana olan kazanır.


Onk. Dr. Haluk Nurbaki
Kutsal Mücadelem




tahin

21 May 2006

Ayasofya Camisi


Fatih Sultan Mehmet, "Ayasofya Cami"sinin kiyamete kadar cami olarak kalmasini vasiyet etmis ancak su anki durum malum.

Istanbul'un kesfinin 553. yili olan 29 Mayis 2006 tarihine kadar 1 milyon imza toplamak icin kampanya baslatildi.

Vasiyeti yerine getirmek farzdir malum. Elimizden geleni yapmamiz gerekiyor.

Linke tiklayin:
Ayasofya Camisi

Asagidaki fotografta, Ayasofya Camisi'nin ic duvarlarindaki "Allah, Muhammed" yazan buyuk levhalar goruluyor.

O levhalari bu zihniyet 1 saniye orada tutmazdi amma zamaninda levhalari dokturen ecdad, ileride cikarilamamalari icin caminin icinde dokturmus/yaptirmis.

Simdi malum zihniyet ne kadar istese de cikaramiyor onlari oradan cunku levhalar kapilardan buyuk!

"Muminin ferasetinden/ileri goruslulugunden kacinin, cunku o Allah'in nuru ile bakar." demis Peygamber Efendimiz Aleyhisselam.




tahin

20 May 2006

Demokrasi, canim benim, canim benim...
Seni ben pek cok, pek cok severim...




Demokrasi neyine bu milletin?
Vereceksin muhtırasını oturacak asagiya..
20 yilda bir de kafasina darbe topuzunu indireceksin.
Bak vakti gecti, kasiniyorlar gene..
Bir gecede gelen demokrasi ancak bu kadar olur iste...


Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.

Hz. Ali
RadiAllah'anh



tahin
Karikatur Kaynak

17 May 2006

İbn Arabî


İbn Arabî tam adi ile; Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammedi İbn Ali İbn Muhammed İbn Ahmed İbn Ali İbn Arabî el Hatemî et-Taî el Endülüsî. Bilinen isimleri ile; Muhyiddin ibn Arabî, Şeyh-i Ekber, Sultanü'l-arifîn, Hatemü'l evliya, Kutb-ü Hümam, İbn Arabî. Endülüste İbn Seraka olarak biliniyormus.

Şeyh-i Ekber'in 300'u askin eserlerinden bir tanesi;
Fenâ Risâlesi ya da orjinal adi ile Kitâbü'l-Fenâ Fi'l-Müşâhede veyahut Le livre de l'Extinction dans la Contemplation.

Osmanlica sozluge gore;
Fenâ: (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. * Geçici dünya. * Geçip gitme. * Tas: Kendi varlığından geçmek. * Kötü. * Devamlı olmayan. * Çok kocamış olmak.

Risâle: Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.

Müşahede: (Osmanlıca sözlükte anlamı bulunmuyor ne yazık ki) Görme, gözlem, şahit olma


Ibn-i Arabî'nin eserlerini, bilindigi kadariyla arapcadan cevirerek bati diline ilk defa kazandiran, muslumanligi secip, sufi olan Michel Valsan ya da Muhammed Valsan veyahut Şeyh Mustafa Abdul Aziz,

Fenâ Risâlesi'nin giris bolumunde soyle diyor;

...

İşte bu yuksek bilgiyi edinme yolu tasavvuf yoludur. Bu yol, bu yola uygun kabiliyete sahip olanlara mahsus oldugu icin, bu yolun eğitim ve öğretimi de dindışı insanlardan kesinlikle uzak tutulmalıdır. Bunlar arasında da en saygısız olanları, hiç kuşkusuz metinlerin sadece lafzını ve dış anlamını esas alanlar (les littéralists); hukukçular (les juristes); akılcı spekülasyon yapanlar ve felsefecilerdir. Bunların zihniyetleri kendilerini manen diskalifiye ettirecek bir yığın değişik düşüncelerden oluşur. Kısacası burada, sadece cahiller ve "zâhir bilginleri" söz konusu değil, fakat aynı zamanda bilgelik ve bilginlik iddiasında bulunan çeşitli bilim dallarında doktora yapmış olanlar da söz konusudur. Dindışı insanların doğal anlayışsızlıkları bu bilim adamlarında sistem düşüncesiyle de birleşmekte ve böylece kavrayamadıkları, anlayamadıkları ve kendi araştırma yöntemlerine uymayan konular hakkında hoşgörüsüzlükleri büyük ölçüde artmaktadır. Oysa ki, bu bilgi yolu, kendi özel yöntemleri ve vasıtalarıyla birlikte, asıl olarak da Hz. Muhammed'in yoludur, ta başlangıcından beri, bütün olarak İslam dininin tanımı ve hakikatı içinde mevcuttur.

Nitekim, yazar bu konuda Hz. Peygamber'in ve ashabının sözlerini naklediyor ve kendi tezini Hasan el-Basrî gibi büyük bir velinin, bir dinî otoritenin davranış ve tutumuyla açıklıyor. Hasan el-Basrî, tasavvufî nitelik arz eden konuları konuşup görüşmek için, dinleyicileri arasından "zevk ehli" (ehlü'z zevk) âriflerle birlikte ayrıca bir yere çekilirdi.

Bu yola elverişli olmayan ya da bu yolun mahiyetini bilmeyen kimseler bu yol hakkında, bu yolda giden insanlar hakkında hüküm vermekten ya da onlardan söz etmekten kesinlikle sakınmalıdır. Zaten herkese yakışan ve yararlı olan da budur. Örneğin,
ârifler (en azından onlardan bazıları) kendilerine özgü olan tarzda, mevcut geleneksel verilerin geçerliliğini sağlama imkanına sahiptirler. Bunu da doğrudan 'keşf yolu'yla yaparlar. Bunun bazen öyle sonuçları olur ki, kendi şahsî uygulamaları için, bazı hadisleri zahir bilginlerden tamamen farklı bir şekilde değerlendirirler, çünkü zahir bilginlerinin ölçütleri daima zahiridir.
Tasavvufî konuları anlama konusunda dindışı insanların çektikleri zorluklar, herşeyden önce tasavvuf bilginleri tarafından tasavvuf öğretimini formüle etmek için ortaya konulan teknik terimler karşısındaki bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Onlar için ilk engel daha burada başlamaktadır, çünkü bu yolun sırları konusundaki gerçek bilgi metodu, belirlenen amaca doğru varlığın derin ve kesintsiz bir özlem ve istek duyması, Birlik Hakikati (el-hakîkatü'l-ehadiyye) üzerinde tam ve kararlı bir şekilde yoğunlaşmasıdır. Bunun sonucu olan gerçekleştirimler pek çok sırrın çözülmesi ve kuşku duyulmayacak pek çok ilhamın açığa çıkmasıdır.
...


Bu sozleri okudugum zaman aklima universitedeki bir hocamin anlattigi bir olay geldi. Uzun yillar Hindistan'da yasamis ve calismis olan Ispanyol asilli Fransiz hocam, budizm ogretisi icin egitim aliyormus. Egitimi verenler, cogunlugunu batililarin olusturdugu kurs katilimcilarinin 10 duzeyden olusan kursun 7. ya da emin degilim 8. asamisindan sonra derslere devam etmelerini kabul etmemisler.

Iclerinde bir muslumanin da bulundugu, dogulularin olusturdugu bir grubun kursu tamamlamasina izin vermisler. Batililari geri kalan derslere kabul etmeme sebepleri ise; pozitivist, bilimsel, klasik bati egitimi sonucunda metafiziksel dusunme yetilerini korelttikleri beyinleri ile metafizik yogunluklu aciklamalari anlayamayacaklari, anlamak icin kendilerini zorladiklari takdirde akil sagliklarini kaybedebilecek olmalari manasinda imis.

Daha oncesinde sanirim bazi tatsiz tecrubeler yasamislar, bunun sonucunda ogretinin belirli bir asamasindan sonrasina batili egitimden gecmis katilimcilari kabul etmeme karari almislar.


Nereden nereye geldik. İbn Arab
î'ye donecek olursak; 1977 yilinda Oxford'da adina dernek kurulan ve su an dernegin bir kolu da ABD'de olan İbn Arabî, bizler tarafindan ne kadar taniniyor?

Say bakalim
denince aksama tv'de oynayan dizileri, oyuncularini, futbol takimlarini ve futbolculari bir cirpida sayan gencligimiz,
Sultanü'l-arifîn'i ne kadar taniyor?

Sahi kuzum, bizim 80 kusur yillik laik Maarif-i Umumiye ne ekti de bugunlerde bunlari biciyor? Pek müphem doğrusu...

Ilgilileri icin bir kac link:

Hayati
Ibn-i Arabi Society
Eksi Sozluk'te Ibn Arabi
Ibn-i Arabi uzerine acilmis bir blog
Ibn Arabi Dernegi uyeleri uzerine bir haber

Fena Risalesi'ni buradan temin edebilirsiniz.



tahin


14 May 2006

Bugun Ellerim Okyanus Kokuyor Anne...


Anneler gunu ve kardesimin dogumgunu ayni gune denk geldi bu yil. Ucumuz de ayri ulkelerde, ucumuz de ayri deniz memleketlerindeydik ne yazik ki:(

Ve ben bugun ilk kez Okyanus gordum:) Deliler gibi okyanusa kostum :)

Yosun kokusunu, deniz kokusunu icime cektim bol bol. Ayni okyanusu onlarca kez fotografladim. Hem kafama, hem makinama.. Deniz kabuklari topladim, her cocuk gibi..

Brighton'a ilk gidisimdi. O yuzden oylesine dolastik. Bir nevi kesif turuydu. Zaten denizi o kadar ozlemisim ki, denizden baska hic bir seyi gormedi gozum:)

Sehrin tek Turk kahvaltisi veren kucuk kafesinde klasik bir Akdeniz-Turk kahvaltisi yaptik:)

Bol bol okyanusa baktik, deniz ustune yapilmis olan lunaparkinda -maalesef- tehlikesiz gibi gorunen ama midemizi altust eden bir eglence (!) aracina bindik:) Korku tuneline girdim ama gozlerimi sımsıkı kapattigim icin pek bir sey hatirlamiyorum :)

Ilk olarak, Istanbul'un Ortakoy ya da Bodrum sokaklarina benzeyen sokaklarda ve kucuk sehir meydaninda dolastik. Asagidaki fotografta gorulen, yuzleri siyaha boyanmis, siyah kiyafetler icindeki vatandaslar gun boyu sokaklarda dolasti durdu. Kim olduklari ya da ne yaptiklari konusunda bir fikrim yok. Coraplarinda bir suru cingirak vardi ve yuruduklerinde cikan sesler, koy ineklerinin cingirak seslerini hatirlatiyordu:)

Fotograflarin uzerine tiklayarak buyuk hallerini gorebilirsiniz. Cocuklarin oldugu fotograflar haric digerlerini, blogun adresini vererek kullanabilirsiniz.



Bir kac muzik aletini ayni anda calan muzisyen.

Spor kiyafetleri ile Italyanca opera icraa eden bir sanatci.

Asagidaki fotograf; The Royal Pavilion (Kraliyet Köşkü de diyebiliriz) isimli kultur-sanat-muze merkezinin giris kapilarindan bir tanesini gosteriyor. 1787 yilinda klasik bir ciftlik olan bina once sahibi tarafindan neo-klasik bir yapiya donusturulmus. 1815-1823 yillarinda ise Hint tarzi bir binaya donusturulmus. Minareler ve kubbeler eklenmis. Ayni yapi, tamirat ve bakim ile o gunden bugune gelmis bulunuyor.



Binanin bahceden bir goruntusu.

Ve bu da Brighton Pavilion'un orta bolumu.

Brighton sokaklarinda dolasirken Turk kahvaltisi veren kucuk bir kafe gorduk. Daha once Turklere ait olan kafeyi yakin zamanda Ispanyollar satin almis. Ancak Turk urunleri ve kahvaltisi aynen korunmus, sadece Ispanyol urunler eklenmis. Bugun uc guzel bayan calisiyordu. Ikisi Turk, Ingilizce ogrenmek icin gelmisler, hem okuyup hem calisiyorlar sanirim. Sagolsunlar, bize siparisimiz disinda da ikramda bulundular.

Kucuk kafenin kucuk vitrini:)

Istah acan, rengarenk bir tezgah.

Soganlar, sarimsaklar, kurutulmus patlicanlar...

Iste Okyanusla ilk kucaklastigimiz yer:)

Yelkenler bicilecek.. Yelkenler dikilecek..

Umman misin?
Yoksa Umarsiz misin?

Cocuk denize ne cok yakisir..

Kesfedecek ne kadar cok tas var?!

Dalga geliyor kaciiin :)

Bak nasil da uzaga attim tasi:)

Karakoy'u hatirlatti burasi :)

Cok buyuk bir iskele kurmuslar. Iskelenin uzerine de buyuk bir lunapark ve eglence merkezi. Oradan cektim yukaridaki iki fotografi.

Bu da yine yukaridan cekilmis bir fotograf. Asagida iken de cektigim cocuklar hala ayni sekilde oynamaya devam ediyorlardi denizle ve dalgalarla:) Aslinda cok daha guzel halleri var ancak yuzleri belli oluyor o fotograflarda. Yuzleri gorunsun istemiyorum.

Cocukken insan ayni seyden nasil da saatlerce keyif aliyor. Buyudukce, kirlendikce o safligi, dinginligi kaybediyoruz ne yazik ki.

Marti degil Albatros:)

Basinin etini yerim :)

Brighton'in krali benim, buralar benden sorulur:)

Bu da, buyuk iskelenin en ucundaki lunapark.

Aksamuzeri okyanus cekilmeye basliyor. Med/Cezir ya da Gel/Git dedigimiz olay gerceklesiyor. Ne yazik ki med/cezir olayini sonuna kadar gozlemleyemedik. Yukaridaki fotografta denizin cekilmeye basladigi goruluyor.




tahin